bugün

entry'ler (2360)

2017

bugün 3 Ocak 2017... yani berbat geçen bir 2016'dan sonra, büyük ümitlerle girdiğimiz 2017'nin üçüncü günü... peki 2017'nin ilk 3 günü nasıl geçti ?

1 Ocak 2017: silahlı bir kişi (uzun namlulu silahlardan bahsediyoruz, yani montunuzun altına saklayıp sokakda gezemezsiniz) yeni yıl kutlamaları sırasında istanbul'un en popüler gece kulüplerinden birine girerek kalabalığa rastgele ateş etti. olayda 39 kişi hayatını kaybetti, 65 kişi ise yaralandı. silahlı saldırgan olaydan sonra kıyafetini değiştirerek kaçmayı başardı.

2 Ocak 2017: cübbeli ahmet hoca (kimdir ? nedir ? ne iş yapar ? belli değil. hiç bir vasfı olmayan bu adam nasıl oluyor da dini konular hakkında sağda solda kafasına göre vaaz veriyor ve söyledikleriyle gündem yaratabiliyor sorgulayan yok. ülkede dev bütçeler ayrılan bir diyanet işleri var ama dini konularda gündemi genel olarak bu adam belirliyor. işin tuhaf tarafı, diyanet işleri de bu duruma dair bir aksiyon almıyor. nesye...) "satranç oynayan lanetlidir." gibi bir laf etti ve yeni bir gündem yarattı. yurdum "twitter solcuları" yukarıda parantez içinde değinilen konuları hiç sorgulamadan, cübbeli ahmet hoca'nın tezini satranç oynarken resmedilen osmanlı padişahlarıyla çürütmeye çalıştılar. böylece aslında dolaylı olarak karşı çıktıları "türk halkının kültürel ve sosyal değerlerinin temeli osmanlı hanedanlığı tarafından belirlenmiştir." tezini fark etmeden desteklemiş oldular. yani laik ve demokratik türkiye'yi "osmanlı halifesi yaptıysa doğrudur ya" diyerek savundular. (bravo !)

bu arada uluslararası haber ajansları yılbaşı gecesi yapılan saldırıyı ışıd'ın üstlendiğini duyurdular. bu haber türkiye'de çok da yer bulmadı...

3 Ocak 2017: yılbaşı gecesi türkiye gündemini argoya varan bir üslupla eleştiren, bu söylemini türkiye'ye hakaret ederek bitiren ve bunu sosyal medyadan paylaşan barbaros şansal, yılbaşını geçirdiği kıbrıs'tan döndüğü uçaktan iner inmez bir grup kim olduğu belli olmayan adam tarafından linç edildi. aslında cübbeli ahmet örneğinde olduğu gibi barbaros şansal da hiç bir politik veya siyasi alt yapısı olmadığı halde protest bazı kesimlerin temsilcisi haline gelmişti. (çünkü biz düşünmek yerine popüler karaktleri idolleştirip onların düşüncelerine katılmayı, yani beynimizi outsource etmeyi tercih ediyoruz) bu arada barbaros şansal'ı linç eden adamların apron bölgesine nasıl girdiği de belli değil. zira aprona sadece apron kartı sahibi havaalanı çalışanları ya da özel izin verilen basın mensupları, güvenlik güçleri, diplomatlar vs. girebiliyor. bu özel izni bu adamlara kim, nasıl verdi ? ha gizlice aprona girdilerse bu nasıl bir güvenlik anlayışıdır ? bu adamlar ya terörist olsalardı ?! neyse, tabi ki şu anda bu olay özelindeki tartışmalar genel olarak barbaros şansalın dövülmesini haklı bulanlar ve kınayanlar çerçevesinde dönüyor. daha fazla sorgulayan yok...

bu arada yıl başı saldırısı gerçekleştiren teröristin taksim'de çektiği selfie videosu bile sosyal medyaya düşerken, saldırgan hala bulunamadı...

hadi bakalım, 2017 hepimize hayırlı olsun...

fatih terim

kendisi euro 2016'da görev yapan teknik direktörler arasında en fazla parayı kazanan 3'üncü teknik direktördür, ki bu paraya reklam ve sponsorluklardan aldığı ücretler dahil değil.

diğer taraftan 1 dünya kupası ve 1 avrupa şampiyonası kazanmış vicente del bosque ve joachim löw bu sıralamada fatih terim'den sonra yer almaktadırlar.

stockholm

şu aralar pek bir popüler olan, fakat şehsen biraz abartıldığını düşündüğüm avrupa şehri. ayrıca isveç'in başkenti olur kendisi....

az buçuk anlatmak gerekirse;

gezilecek görülecek yerlerin başında gamla stan geliyor. gamla stan isveç dilinde old town anlamına geliyor. velhasıl adından da anlıyabileceğiniz üzere bu bölge 13'üncü yüzyıldan bugüne kadar mimarisini koruyabilmiş ve şehrin merkezi konumundaki bir bölge. içinde kraliyet sarayı ve stockholm katedralini de barındırıyor. açıkçası burası bana orta çağ mimarisini korumayı başarmış diğer şehirlerden çok da farklı gelmedi.

bunun dışında şehir'de çok da dikkat çekici bir yer yok. park, müze, klise... ha genel olarak şehrin hoş bir manzarası var. insanları sıcak kanlı ve samimi. bir de isveçli ablalar falan var tabi...

ama açıkçası başlı başına bir stockholm tatili planlamak yerine bir kaç iskandinav şehrini kapsayan bir iskandinavya turu kapsamında stockholm'e uğramak daha mantıklı gibi...

kopenhag

danimarka'nın başkenti... yerel halkın söylemiyle koopınhaagın...

ayrıca benim de "vay arkadaş, uçak biletleri ne kadar da ucuzmuş" diyerek görme şansına eriştiğim ve büyük beklentilerle gitmememe rağmen kendisine aşık etmiş şehir. ha ucuz uçak bileti falan dedim ama akıllara düşük bütçeli bir seyahat gelmesin. zira bir şişe suyun yaklaşık 10 TL olduğu bir ülkeden bahsediyoruz. evet, kopenhag açık ara gördüğüm en pahalı şehir. yine de gezmeye görmeye değer.

kopenhag'ı seyhat etmeyi planlayanlarınız varsa ilk iş bir copenhagen card almanızı öneririm. bu kartla hem toplu taşıma araçlarından ücretsiz olarak yararlanabiliyorsunuz hem kanal turlarından şehrin önemli müzelerine kadar bir çok aktiviteyi bedavaya getirebiliyorsunuz.

toplu taşımaya alternatif olarak bisiklet de kiralayabilirsiniz. zira bisiklet zaten şehrin temel ulaşım araçlarından biri. yerel halk arabadan çok bisiklet kullanıyor zaten. ayrıca yollar çok geniş ve bisikletler için ayrı bir şerit var.

gezilecek görülecek yerlere gelince. malum kopenhag carlsberg'in ana vatanı, hal böyle olunca carlsberg'in eski bira fabrikası olan ve bugün bir müze haline getirilen visit carlsberg'i görün. dünyanın en büyük bira şişesi koleksiyonuna bir göz gezdirin, tur ücretine dahil olan biranızı alıp bir faytona atlayın ve etrafa baka baka biranızı yudumlayın falan...

visit carlsberg'i ziyaret ederken carlsberg markasının kurucusu jacobsen ailesinin şehrin gelişiminde büyük bir etkisi olduğunu fark edeceksiniz. hatta aileye ait sanat eserleri koleksiyonu "ny carlsberg glyptotek" diye ayrı bir müzede sergilenmekte. tabi müzenin içeriği böyle anlatılınca kulağa biraz tırt geliyor. fakat açık ara ziyaret ettiğim en iyi sanat müzelerinden biriydi. özellikle roma döneminden kalma heykeller bir hayli etkileyici...

kopenhag'a gitmişken, nyhawn'a yani, limana uğramadan olmaz. burada ince bir boğaz tadı var. limana demir atmış yelkenliler, limanın etrafında restoranlar falan... size biraz tuzluya patlasa da küçük bir bütçe ayırıp nyhawn'da, limanın kenarındaki restoranlarda bir yemek yiyip manzaranın tadını çıkarın derim...

bu arada ne yenir, ne içilir diye merak edenler için; diğer iskandinav ülkelerinde de olduğu üzere danimarka mutfağında da deniz mahsülleri ön planda. özellikle karidesli salatayı ve ıstakozu bir deneyin derim...

çok övülen bir deniz kızı heykeli var açıkçası bir numarası yok gibi geldi bana.

ha bir de mutlaka ziyaret edilesi bir christiania town var. burası kopenhag'ın tam merkezinde bir mahalle. 70'lerde bizdeki gezi parkı direnişi tadında bir toplu protesto sonucunda polis bu bölgeden çekilmiş ve zamanla bu mahalle evsizlerin konakladığı bir yer olmuş. içerideki yıkık dökük evler hala hobo hobo tipler yaşıyor. polis mecbur kalmadıkça buraya bulaşmadığından burası özerk bölge tadında. hal böyle olunca içeride marijuana ve bilimum soft drug satışı serbest. küçük küçük külübelerden alıp semtim tam ortasında pub'larla çevirili alanlarda oturup tüttürülüyor. karışan eden yok. zaten içerisi ana baba günü...

ancak chiristiana town'ın paspal görüntüsü kopenhag için büyük bir istisna. zira şehir pahalı olduğu gibi, hayat standartlarının da bir hayli yüksek olduğu kolaylıkla fark ediliyor. insanlar çok şık, ve giyimlerine kuşamlarına bir hayli dikkat ediyorlar. bunun altını neden çiziyorum ? çünkü kopenhag'da gece hayatına bulaşıp şehrin gözde klüplerine girmek istiyorsanız kılığınız kıyafetiniz önemli. yoksa tipinize bakıp almıyorlar. bu duruma türkiye'den alışkınız ancak özellikle gece hayatının patladığı orta avrupa ülkelerinde sıkça görülen bir şey olmadığı için beni bir hayli şaşırttı...

aslında yazılacak daha çok şey var, ama hem anlatmakla bitmez hem de ben yazmaktan sıkıldım. velhasıl mini minnacık brugge'e gidip anlata anlata bitiremiyenler kopenhag'ın mimarisini görünce ağlarlar, o yüzden avrupanın popüler tatil noktalarından biri olmadan gidip görün derim...

zarrab ın hayatı film olsa isim önerileri

miami vice: tatile diye geldik şu düştüğümüz hale bak ! (80'lerin sevilen dizisi yeni kadrosuyla bir kere daha sevenlerinin karşısında)

zarrab ın hayatı film olsa isim önerileri

suç ve reza. (klasiklere meydan okuyan yapım !)

brugge

son zamanlarda eşin dostun instagram fotoğraflarında sık sık arka fonu süsleyen şehir. baya baya trend tatil noktası...

şehrin en büyük özelliği, 2. dünya savaşı sırasında hiç zarar görmediği için o dönemlerden bu yana mimarisinin hiç değişmemesi. yani öyle apartman falan değil de eski eski taş evler, kanallar, paket taştan yollar falan. genel olarak şehrin en büyük özelliği bu. özet olarak yaldır yaldır ortaçağ mimarisi...

tabi ki gezilesi görülesi yerleri mevcut ama görülecek yerlerde ortalama bir avrupa şehrinde bulabileceğiniz katedraller, tarih müzeleri ıvırlar zıvırlar...

şehirde ne yenir ne içilir sorusunun cevabı; çikolata ve bira. brugge bu konuda belçika'nın tamamı gibi eşsiz bir deneyim imkanı sağlıyor. o yüzden abidik gubidik ne kadar yerel bira varsa deneyin. özellikle blonde biralar çok başarılı. çikolata konusunda, şehrin sağında solunda bol bol çikolatacı mevcut zaten...

gece hayatı pek yok. zaten şehirde gece hayat yok... dükkanların hepsi güneşin batmasıyla birlikte kapanıyor. yerel publar belli bir saate kadar açık. bir de gece klübü var ancak asmalı mescit'te bulabileceğiniz alelade mekanlardan farklı değil. zaten insanlar da öyle bir eğlence anlayışı da yok. içeride kız erkek stand'ların başında birer bira içip birbirlerini kesiyorlar... gitmeyi planayanlar için gloot vlaenderen diye bir cocktail bar'ını önerebilirim. çok şık, çok başarılı cocktail'leri var, ve öyle bir atmosfer için fiyatlar çok pahalı sayılmaz.

sonuç olarak brugge küçük, şirin, yaldır yaldır tarih kokan, görülesi bir şehir ama 2 günden daha uzun süreli bir tatil planlayanlar için yanlış bir tercih. daha çok belçika, hollanda, fransa taraflarına yolunuz düşerse 1 geceliğine uğranabilecek bir yer...

sürekli ucuz uçak bileti kovalayan plaza insanı

plaza insanı formatına uygun olarak "yazın şöyle bi güneye inelim" temalı tatillere burun kıvıran ve bütçesi dahilinde yurt dışında küçük küçük tatiller yapıp dönüşünde de ballandıra ballandıra anlatmanın peşinde olan insan.

her gününün minimum 1 saatini skyscanner.com'da geçirir. yer yer, "abi amsterdam'a 60 euro'ya bilet buldum, gidelim mi ?" benzeri çıkışlar yapar. onun için tatilin planlama aşaması ve tatil sonrası gezilen görülen yerleri anlatması da en az tatilin kendisi kadar eğlencelidir. zira bir plaza insanı için tatil hiç bir zaman sadece tatil değildir.

bir kere o uçak biletlerinin fotoğrafı paylaşılır. hava alanından check-in yapılır. gezilen gidilen yerlerin fotoğrafları aylarca ve yıllarca başına bir "tbt" hashtag'ı konularak instagramlara pelesenk olur. ortamda fırsatını bulursa "ya bizi avrupa birliğine almamakta haklılar, bi kere adamlar medeni abi !!" diye anlatmaya başlar.

ha fırsatını buldukça köşe bucak her yeri gezer ve bu yaptığı itibariyle takdiri de hak eder. ancak tatil öncesi ve sonrasıyla insaların kafasını bol bol ütülemeyi de ihmal etmez...

starbucks

saçma sapan bir servis mantığına sahip olan ve bu nedenle oldukça verimsiz çalışan, bir kahve almak için uzun uzun kuyruklar bekleten kahveci. ilginçtir, bu durum sadece türkiye şubelerinde değil dünyanın her yerinde böyle...

sorun kasada çalışan personel ile kahveyi hazırlayan personeli ayırmamaları. farkındaysanız sorun tek cümleyle özetlenebilecek kadar basitken israrla bir çözüm üretmemelerinin nedeni "ama statbucks'ın çalışma mantığı bu" kafası olsa gerek.

buna rağmen insanlar hala insanlar (ben de dahil olmak üzere) deli gibi sıra bekleyip dandik kahvelere yüksek ücretler bayılıyorlar. vallahi iktisat derslerinde incelenmesi gereken bir mevzu...

njoy sports club

aslen profilo alışveriş merkezinin -2'inci katında bulunan ve sanırım 1-2 yıl önce beylikdüzü'nde bir şube daha açmış olan "local" spor salonu. "local" tanımından kastım, merdiven altı spor salonlarından biri olması anlamına gelmiyor elbet, ancak hizmet kalitesi itibariyle hillside veya macfit gibi kurumsal spor salonlarının çok gerisinde kaldığını da belirtmek lazım.

beylikdüzü şubesini bilmem, ama mecidiyeköy şubesine yazılmayı düşünenler için nacizane görüşlerim şöyle;

öncelikle üyelik fiyatlarının uygun olduğu söylenebilir. hele hele ağzı laf yapan, cazgır bir tipseniz hunharca pazarlık yapıp 1 yıllık üyelik fiyatını 1.000 - 1.200 bantlarına kadar çekebilirsiniz. açıkçası ben de vakt-i zamanında üyelik fiyatlarına ve evime çok yakın olmasına kanıp üye olmuştum. ancak şimdilerde spor salonlarına olan talep arttığından tüm spor salonları "sürümden kazanırız" mantığıyla fiyatlarını düşürdüler. yani şimdiki aklım olsa kesenin ağzını biraz daha açıp daha kaliteli bir spor salonuna üye olabilirdim.

peki burasının ne gibi sıkıntıları var derseniz; bir kere çok ciddi bir havalandırma sıkıntısı mevcut. özellikle yoğunluğun fazla olduğu saatlerde soyunma oldaları baya baya ter kokuyor.

ikincisi çok kalabalık ve müşteri kitlesi biraz sıkıntılı... özellikle hafta içi akşam 7-9 arası mahşeri bir kalabalık oluyor. her alet için küçük küçük sıralar bekliyorsunuz. boş koşu bandı bulmak zaten imkansız. bir de spor aletlerinden bağımsız olarak içeride boş boş dolaşıp geyik yapan, hatunlara yürüyen, rahatsız edici bir kitle var. normalde bu kitle içerisinde spor yapmaya çalışan hatunların bu durumdan şikayetçi olması gerekirken onlar da taytlı popolarına odaklanan bu ilgiyle iyice coşuyorlar. "squat'a falan gerek yok. hatta bu spor salonuna yazıldığımdan beri g*tü iyice büyüttüm, ama erkekler etrafımda fır dönüyor." diyip basıyorlar kahkahayı. sonrasında hemen "haftasonu belgrad ormanında koşuya gidelim" başlıklı organizasyonlar yapılıyor. haftasonu paylaşılan fotoğraflardan bu organizasyonun dev bir pikniğe veya mangal partisine dönüştüğünü görüyorsunuz... böyle ilginç kafalar yani...

bir süre öncesine kadar personal trainer'lar da bu güruha dahildi fakat sanırım bu konuda uyarıldılar. zira bir süredir yanlarına gidip bir şey sormadığınız sürece içeride etliye sütlüye dokumadan boş boş geziyorlar. bir kaç kere ne tepki vereceklerini merak edip tam önlerinde yanlış yunluş hareketler yaparak çalıştım. birisi de "ya yok o öyle yapılmaz" demedi.

tüm bunlar bir yana, eğer işiniz itibariyle gündüz saatlerinde müsaitseniz veya haftasonlarınızı spor salonunda geçirmeyi planlıyorsanız njoy sizin için ideal olabilir. zira bu saatlerde içerisi bom boş oluyor. eee fiyatlar da fena değil. bir de yakınlarda bir yerlerde oturuyorsanız mantıklı bir seçim olabilir. aksi takdirde biraz daha para harcayıp eli yüzü düzgün bir spor salonuna gitmekte fayda var...

roma imparatorluğu

roma şehir devleti'nin 1. yuzyıldan itibaren hem siyasi hem de coğrafi olarak dev bir monarşi haline gelmesiyle kazandığı sıfat.

her ne kadar tarih kitaplarında "imparatorluk" olarak tanımlansa da roma ve çevresinde bir devlet olarak örgütlenmeye başladığı mö 6'ıncı yüzyıldan itibaren uzunca bir süre cumhuriyet olarak yönetilmiştir. evet bildiğin cumhuriyet...

söz konusu cumhuriyet sistemi günümüzdeki demokratik yönetim sistemlerine oldukça benzemekteydi. bugünkü meclise eş değer bir senato ve senatoda yasamadan sorumlu senatörler mevcuttu, ki senatör denen kavram da bugünkü millet vekilliğine tekabül ediyor.

her yıl yapılan seçimlerle senato üyeleri seçilir, seçilen senato üyeleri de kendi aralarında bugünkü bakanlıklara tekabül eden magistra'ları seçerdi.

seçme ve seçilme hakkı, eşitlik ve insan hakları gibi kavramların ortaya çıkışından yüzyıllar öncesini ele aldığımızdan, söz konusu seçimlerin belirli zümreleri kapsadığını, bu seçimlerde rüşvet ve entrikanın gırla gittiğini söylemeye gerek yok sanırım. ama o kadar kusur kadı kızında da olur. 2015 yılında bile demotratik seçimlerin ne kadar sağlıklı gerçekleştiğini tartışıyoruz sonuç olarak... neyse o başka konu...

senatörlerin seçtiği magistra'ların quaestor, aedile gibi farklı sıfatlar taşır ve bu magistraların görevleri de sahip oldukları bu ünvanlara göre farklılaşırdı. magistra'ların en yetkilileri ise yürütmeden sorumlu olan ve bugünkü başbakana tekabül eden konsül'lerdi. bugünkü meclis anlayışından farklı olarak görevlerin tek bir kişide toplanmasını engellemek için konsüllerde dahil olmak üzere her magistra'dan ikişer adet seçilirdi. yani başbakan da dahil olmak üzere her bakanlıktan ikişer adet olduğunu düşünün.

cumhuriyet döneminin başlarında senatörler sadece soylu roma ailelerinden seçilirdi. ancak zamanla soylularla iş yapan, tüccar zanaatkar ve eski lejyonerler'den oluşan plep'ler, yani roma'nın orta direk sınıfı da senato sistemine dahil edildi. bu durum zamanla senato da sınıf ayrılıklarına neden oldu.

senato roma imparatorluğu boyunca varlığını sürdürse de sezar dönemiyle birlikte yönetim üzerindeki etkinliği azalmıştır. tabi ki bunda sezar'ın ordularıyla roma'ya girerek bir anlamda roma'yı fethetmesi, sonrasında da roma'dan kaçan politik rakiplerini bir bir öldürmesinin yarattığı etki büyüktür. sezar buna rağmen iktidarını senato sistemi içerisinde şekillendirilmiş ve hayatı boyunca senatonun tek konsülü olarak görev yapmıştır. bu nedenle roma'nın ilk imparatoru sezar değil, yeğeni octavius, yani agustus'tur.

rus düşürmek

(bkz: 24 kasım 2015 suriye de düşen uçak)

berat albayrak

gelinin babasından damada bir adet bakanlık...

öğretmenliğin o kadar da kutsal olmaması

teoride öğretmenlere yüklenen misyon her ne kadar kutsal olsa da pratikte bu misyonun öğretmenler tarafından layıkıyla yerine getirilememesi sonucunda oluşan durumdur. şöyle ki;

mini mini birleri 5-6 yaşlarında** öğretmenlerine teslim ediyoruz. zihinleri yeni silinmiş banyo fayansı gibi tertemiz, pırıl pırıl. ne versen, ne öğretsen onu alacaklar ve neredeyse ergenlik çağlarının sonlarına kadar öğretmenlerinin ellerinde olacaklar. bir çoğu anasından babasından çok öğretmenini görecek... evet, bu açıdan bakıldığında öğretmenlerin üzerinde dev bir sorumluluk var. hakkaten kutsal meslek gibi... baya nesil nesil insan yetiştirip meydanlara salıyorlar...

ama bir de madalyonun diğer yüzü var. bir okul yıllarınıza gidin... herkesin okul yıllarından hatırladığı bir dayakçı hoca vardır. bunlar müdür yardımcısı falan olurlar genelde hatta... tabi okul ortamına çocuğunu "hocam eti senin kemiği benim" diye gönderen bir toplum olarak "ya bazen hak ediyorlar ama" gibi tepkiler verebilirsiniz. fakat aynı adamın okulda değil sokakta bir çocuğu tekme tokat dövdüğünü düşünün. "ya napıyosun kardeşim ?!" deyip araya girmez misiniz ? koskoca adam lan bu. nasıl hastalıklı bir egodur bacak kadar çocuğa ancak döverek laf anlatabiliyor. ben lisede, bayrak törenindeki saygı duruşunda güldü diye bütün okulun ve kız arkadaşının önünde dayak yiyen çocuk gördüm. al sana çocukluk travması...

başka bir örnek; sapık öğretmen mesela. kız öğrencilere musallat olan, el şakası yapan. her tahtaya kaldırdığında şöyle bir baştan aşağı süzen... o kız henüz ergenlik yaşılarını doldurmadan her tahtaya kalkışında o anlam veremediği bakışlara maruz kalıyor.

tamam bunlara uç örnekler diyebilirsiniz. ama okul yıllarınızda, hiç mi "ya hocam ben sesimi çıkarmadım arkdaş şeyaptı" falan diye durumu açıklamaya kalkarken boşu boşuna azar işitmediniz. hiç mi "ya bu hoca bana taktı" dediğiniz öğretmen olmadı. iki cümleyi bir araya getiremeyen ama sınavlarda en kazık soruları soran öğretmeniniz hiç mi olmadı. ya benim kendi cevap kağıdını okuyup 50 veren, sonra da "bu ismini yazmayan hangi geri zekalıysa gelsin alsın kağıdını" diyen öğretmenim oldu.bu olayı takiben 1 sene sonra da abisi dönemin il milli eğitim müdürü olduğu için ilin en yüksek puanlı anadolu lisesine tayin olan öğretmenim oldu. eee çok pardon da s*kerim böyle kutsal öğretmeni !!

dipnot: muhtemelen bu yazıyı okuyan bir takım genç ve idealist öğretmenler eksiyi basacaktır. onlar işlerini layıkıyla yapsınlar da bu yazıyı eksilesinler, sorun değil. ben de bir öğretmen çocuğuyum. baya baya öğretmenler odasında büyüdüm. hatta zengin, kodaman velilerin "ya bizim oğlanı geçiriver hoca" diye teklif ettikleri rüşvetleri kabul etmediler veya son zamanlarda kadrolaşan milli eğitim memurlarına ayak uydurup "inşallah maşallah" demediler diye oradan oraya sürülen öğretmenlerin çocuğuyum. zaten yukarıdaki yazı böyle cefakar öğretmenlere ithafen değildir. ama herkes de mahmut hoca değil ne yazık ki...

tinder kullanmaya izin veren sevgili

kimse kusura bakmasın, gavattır...

açıkçası çiftlerin ilişkilerinde birbirlerini fazla darlamaması gerektiğini düşünen biriyimdir, ama akıl var mantık var ! bir kere tinder dediğin, bildiğin sevişme aplikasyonu ! ne yani, tinder'dan ilkokul arkadaşını mı arıyosun ?!

evlilik

akraba sayınızda gereksiz bir artışa neden olur...

pragmatizm

tahminimce matematik dersinde "hocam iyi de bu anlattıklarınız gerçek hayatta ne işimize yarayacak" diye çemkiren ve bu mevzuyu kişiselleştirip hırs yapan birileri tarafından ortaya atılan felsefe akımı. zira pragmatizim bir düşüncenin doğruve yanlış olmasını o düşüncenin gerçek hayatta ne kadar uygulanabilir olduğuyla ölçer.

adı üzerinde, pragmatizm teorik olanla değil pratik olanla ilgilenir...

kira ödemek vs konut kredisi ödemek

söz konusu kıyaslama, paranın zaman değeri denen iktisadi zamazingonun günlük hayatımızdaki yansımasından ibarettir .

malum, düz adam mantığı ile kira ödemek sokağa para atmaya eş değerdir. bu nedenle birikim yapıp ev almak gerekir. en azından annelerin, babaların eli para tutmaya başlayan çocuklarına ilk nasihati bu yönde olur. şimdi bu seçimin ne kadar sağlıklı olduğunu, bir örnek vasıtasıyla inceliylim;

istanbul'da yaşayan ve aylık geliri 4.000 TL - 5.000 TL olan genç bir bireyi ele alalım. almak istediği ev için 300.000 TL konut kredisine ihtiyacı olsun. %10 faiz oranlı bir kredi ile ödemesi gereken toplam tutar 330.000 TL'ye denk gelir ve bu parayı toplam 10 yıla yaydığını varsayalım. (peşinat meşinat mevzularını ve diğer alengirli banka işlemlerini bir kenara bırakıyorum) yani aylık ödemesi gereken tutar 2.750 TL oluyor. bu arada eve yerleşmesi için krediyi tamamlamasına gerek yok. direk eve yerleşebiliyor, mortgage kafası yani...

tüm bunlara karşılık, bu kişi şu anda 1.500 TL kira veriyor olsun.

rakamları basit bir örnek olabilmesi açısından yukarıdaki gibi yuvarlak tutalım, ancak ana hikaye gerçeğe yakın sayılır...

bu noktada emekli tarih öğretmeni seviyesinde bir risk iştahına sahip bireyler olaya genellikle, "ya biraz dişini sıksın kendi evinde otursun, hem yatırım olur" gibi yorumlar yapabilirler. ancak iktisatçılara göre bu durum biraz daha karmaşık. çünkü 10 yılın sonunda bir ev sahibi olunulsa bile bu tercihten dolayı 10 yıl boyunca kira için ödenen aylık 1.500 TL'ye ek olarak 1.250 TL gibi bir tutarı daha gözden çıkarmak gerekiyor.

iktisat derslerinde sürekli adını duyduğumuz "rasyonel birey" bireyin bu durumda bir karar almadan önce 10 yıl boyunca her ay ek olarak ödeyeceği 1.250 TL ile 10 yıl içerisinde yapabileceği yatırımların muhtemel getirisinin, 300.000 TL'den daha yüksek olup olmayacağını göz önünde bulundurması gerekiyor.

olayı biraz daha bilal'e anlatır gibi anlatmak gerekirse; evet insanın maddi anlamda biraz dişini sıkıp bir ev sahibi olması mümkün ancak hayatınızın gezip tozabileceğiniz yıllarını konut kredisi ödemek için heba ettiğinizi veya o parayla kendi işinizi kurabilecekken 10 boyunca elinizde avucunuzdaki her şeyi eve bağladığınızı düşünün... kaldı ki 10 yıl sonra hayata dair beklentilerinizin ve ihtiyaçlarınızın daha farklı olması muhtemel. yani 10 yıl içinde 1 veya 2 çocuğunuz oldu ve daha büyük bir eve taşınmanız gerekti. bunun için elinizdeki kredi borcu tamamlanmamış evi değerinin daha altında bir tutara elinizden çıkarmanız ve yeni bir konut kredisi almanız gerekiyor. falan filan...

tabi madalyonun diğer tarafından bakıldığında yatırım yaptığınız ev 10 yıl içerisinde acayip değer de kazanabilir.

velhasıl böyle bir tercihi yaparken bir dünya parametreyi değerlendirmek gerekiyor. yani öyle annenizin babanızın gazıyla yatırım yapmadan önce iyi bir düşünmek lazım.

kapıdan çıkarken son dakika akla gelenler

"ütünün fişini çektim mi ?" tereddütü... yoldan döndürür...

spacesheep

aşağıdaki entry'si ile iki arada bir derede sözlüğe giren ofis insanlarının kariyerini tehlikeye atmış yazar.

(bkz: volfied/#30267287)

şimdi o exceller, raporlar, mail'ler falan hep bekliyor... neden ? çünkü bizler 80'lerin sonu, 90'ların başında volfied'ı bir çocukluk travması haline getirmiş, volfied karşısında bi çare insanlarız. hayır iş disiplini falan da yok. şimdi odaya patron gelse, "ya bi dakika, şu oyun bi bitsin de öyle konuşalım" derim...

velhasıl, yapmayın böyle şeyler...